Bazı kitaplar insanı hayatı hakkında derin sorgulamalara iter. Bulunduğu durumu düşündürür, geleceğini, hayattaki amacını, hedeflerini düşündürür. Hatta öyle olur ki düşlerinizi sonunda gerçekleştirecek motivasyonu onlarda bulabilirsiniz. Ve işte Simyacı bunun harika bir örneği. Kitabı bitirip kapadığınız anda düşüncelere dalıp, hayattaki kendi yolculuğunuzu kafanızda kurup sorgulamamanız işten bile değil. Bir anda sizi “Evet, şimdi kalkıp bir şeyler yapmalıyım!” düşünceleri sarmaya başlıyor.
Daha fazla övgüye layık olan bu eseri artık anlatmaya geçelim…
Kitabın başında İspanyalı genç Santiago karşılıyor bizleri. Okuma yazmayı çok iyi bilmesine rağmen çobanlık yapmayı tercih eder Santiago ve böylelikle koyunlarıyla yeni yerler görüp, yeni şeyler keşfedebilir. Gecesini gündüzünü koyunlarıyla geçiren, öğrendiklerini, okuduklarını koyunlarıyla paylaşan, onlarla dertleşen meraklı çobanın hikâyesi de, uzun bir günün sonunda sürüsü ile beraber harabe bir kilisenin içine girip orada geceyi geçirdikleri esnada daha önce de görmüş olduğu bir düşü tekrar görmesi üzerine başlar.
Delikanlı zor bir karar aşamasından geçse de sonunda bu düşünü gerçekleştirmek üzere senelerdir yanından dahi ayırmadığı sürüsünden bile vazgeçer. Bu da daha büyük hazineler için alışık olduğumuz bazı şeylerden vazgeçme cesaretini göstermemiz gerektiğini anlatır bize. Eğer bir insan kendi Kişisel Menkıbesini gerçekleştirmek isterse yani hayattaki asıl amacına, büyük düşüne doğru ilerlemek istediğinde evrenin de onun için iş birliği yapacağını anlatır kitap. Ve bir düşü gerçekleştirmeye kalktığımızda işlerin ters gitmesi, güçlüklerle karşılaşmamız evrenin bizi cezalandırması veyahut ona ulaşmamızı istememesinden değil; düşlerimize doğru ilerlerken alınan derslerin iyi öğrenilmesini istediğindendir, der.
Çobanın başından da yolculuğu süresince pek çok olay geçer. Başta bir kral ile tanışır; ondan yolculuğuna başlaması gerektiğine dair yüreklendirici sözler işitir. Her zaman işaretleri izlemesini tembih eder ona. Sonrasında yeri gelir her şeyini kaybeder çoban ama bu durumu da fırsata çevirmesi gerektiğini bilir ve kaybettiklerini geri kazanmak için ‘yapamam-edemem’leri bir kenara bırakıp yabancısı olduğu bir yerde hiç bilmediği işlere atılır. Bir çok şeyin üstesinden sabrı ve azmi ile gelir. Uzun çöl yolculukları ona öğretmen olur. Bu yolculuklarda tanıştığı her insan ona yeni bir şeyler katar. Aradığı aşkı bile bu yolculuk esnasında bulur genç çoban.
Kitaba adını veren Simyacı ile tanışması da hazinesine giden bu yolda evrenin ona sunmuş olduğu işaretlerden biridir. Yolculuğun bir kısmını Simyacı ile sürdürürken ondan o kadar güzel bilgiler öğrenir ki, artık Evrenin Ruhunu anlamaya başlar, çölün dilini öğrenir ve yolculuğun anlamına varır delikanlı. Şimdilerde insanların anlaşılmaz yorumlarıyla, ağır felsefi deyişleriyle aslında çok basit ve anlaşılır olan Büyük Yapıt Biliminden bahseder Simyacı ona. Basit bir kum tanesinde bile tüm evrenin sırrını öğrenmek mümkünken insanların basit olanı önemsemeyişleri ve her şeyi daha karmaşık hale getirişlerinden dem vurur.
Çoğu zaman da Kişisel Menkıbesini gerçekleştirmek uğrunda canını ortaya koymasını gerektiren durumlarla karşılaşır genç çoban, fakat böyle çetin durumlarda bile Simyacı ona (ve olası durumlar için bizlere) “Hiç olmazsa Kişisel Menkıbeni yaşamış olduğun için öleceksin. Bunun ne olduğundan habersiz, asla öğrenemeyecek olan milyonlarca insan gibi ölmekten evladır.” diyerek gereken mesajı verir. Sonuçta buraya kadar gelip ölse bile diğer çobanlardan çok daha fazlasını görmüş olarak ölecektir genç çoban.
Yolculuğun bitimine yakın Simyacı çobana bundan sonrasını yalnız devam etmesi gerektiğini söyler. Öğreteceklerini öğretmiş, göstereceklerini göstermiştir. Bundan sonrasıyla hedefine ulaşmak isteyen kişinin tek başına yüzleşmesi gerekecektir. Delikanlıya eşlik edecek olan tek şey kendi yüreğidir. Hazinesini nerede bulacağını yüreğini dinleyerek çözer. Sonunda düşlerinde gördüğü hazinenin yerine vardığında ise çobanı koca bir hiçlik karşılar. Büyük bir cesaret gösterip, rahatını bırakıp, alışkın olduğu her şeyden vazgeçip, uzun yollara, sıra dışı maceralara, ölüm kalım anlarına göğüs gerip sonunda ulaştığı hedefinde aradığı şeyi bulamayan çoban, belki de tam her şeyin bittiğini düşündüğü anda evrenin ona sunduğu işaretlerden biriyle daha karşılaşıverir. Hazinenin olduğunu düşündüğü yerde gerçek hazinenin aslında geldiği, yaşadığı, bu düşü tam da gördüğü yer olan yıkık kilisede olduğunu öğrenir.
Belki de bir çoğumuzun böyle bir durumla karşılaştığımızda beklenildiği gibi çoban onca şeyi boşuna yaşadığını düşünüp bu duruma hayıflanmaz. Aksine o kadar mutludur ki..Bütün bu yolculukta öğrendikleriyle, deneyimiyle, Kişisel Menkıbesini tamamlamış olmanın huzuruyla geldiği yere dönen çoban hazinesine kavuşur. En başında hazinesinin bu kadar yakınında olduğunu bilseydi, bunların hiçbirini yaşamamış olacağını, Piramitleri(düşünde hazinesinin olduğu yer) asla göremeyeceğini, Fatima’yla (aşık olduğu Arap kızı) tanışamayacağını ve onca
bilgiyi edinemeyeceğini biliyordu çoban.
“Gerçekte Kişisel Menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.” diyerek son bulur kitap, düşümüzü gerçekleştirmek için daha fazla beklemememizi ve değişimden,gelişimden korkmamamızı, gerektiğinde bu uğurda fedakarlıklarda bulunmamız gerektiğini ve hedefe tam ulaşacakken güçlükle karşılaşıp asla bunu yapamam diye bir düşünceye kapılmamamızı tembihler. Bir atasözünde denildiği gibi;
‘En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.’
Herkesin bu hayatta kendi Kişisel Menkıbesini gerçekleştirebilmesi umuduyla…