Bu cumartesi günü (yani iki gün önce) sabahın erken saatlerinde kocam ve kızımla kendimizi dışarı attık. Sık sık bütün gün bir arada olabilen bir aile değiliz malesef. Bu fırsatı kaçıramazdık! Hani derler ya; kalbimizin götürdüğü yere… 🙂 Neyse öncelikle Gaziantep Nizip’de bulunan Zeugma Antik kentine gittik. Zeugma müzesini daha önce gezme fırsatı yakalamıştım ama antik kentini ilk defa gördüm. Bence müzeden daha güzeldi. Açık alan, baraj manzarası ve sert soğuk rüzgarıyla harikaydı…. Sonrasında ise kızımın eve girmek istemeyişinden dolayı Gaziantep merkeze yol aldık. İyi ki yol almışız! Bu sefer kalbimiz bizi oyuncak müzesine götürdü…

Şehrin çok merkezi bir yerinde bulunuyor. Eski kesme taşlı dar yolların olduğu, pencereleri panjurlu eski konakların hala ev sahipliği yaptığı adeta açık hava şehir müzesi gibi bir mahallenin (Bey Mahallesi) içinde büyük bir konağa yapılmış Oyun ve Oyuncak müzesi. Daha konağa girmeden sokaktaki bir evin kapısının üzerine büyükçe maketi yapılmış Alaaddin ve sihirli halısı karşılıyor bizi. Böylece kızımdan önce ben masallar ülkesine adım atıyorum. Oyuncak müzesinin kurulduğu konak üç katlıydı ve her bir katı kendi içinde bütünlük arz eden oyuncaklara oda oda ayrılmıştı.

Camekanlar içinde özenle dizilmiş oyuncaklar tarihten sesler fısıldıyordu sanki. Her oyuncağın altında hangi ülkeye ve hangi tarihe ait olduğuna dair küçük notlar iliştirilmişti. Dikkatimi çeken Türk oyuncaklarının yanı sıra Alman oyuncaklarının fazla olmasıydı. Bunun sebebini o zamanlar Alman’cı olan babaların çocuklarına taşıdığı hediye oyuncaklara bağladım ama… Kulaklarımda Ferdi Tayfur’un “Almanya Treni” şarkısı yankılandı. En çok hoşuma giden oda ise bebeklerin ve ev eşyası oyuncaklarının olduğu odaydı. Nasıl bir incelik nasıl bir sanatkarlık var bilemezsiniz. Günümüz çocuklarına üzüldüm doğrusu. Hep plastik oyuncaklara dokunuyorlar. Oysa müzede 1880’lerden itibaren yapılmış oyuncaklar çoğunlukla ahşap ve bezdendi. Aynı zamanda dahil oldukları çağın ve kültürün izlerini taşıyor olmaları da heyecan vericiydi. Tarihi ve sosyolojik bir yolculuğa çıkmış gibiydim.Gaziantep konaklarının bir özelliği vardır o da hemen hemen hepsinin altında bulunan mağaralar. Bu mağaralar vaktiyle yazları serinlemek için, yiyecek depolamak için, ve kuyu sularından faydalanmak için yapılmıştır.

Oyuncak müzesinin ev sahibi olduğu konağın mağarası ise dünya çocuklarının maket heykellerine sığınak olmuş. Harika bir düşünce doğrusu. Alaca karanlık, yeşil ve kırmızı ışıklarla aydınlatılmış ve aydınlatılan mekanlara çocuk heykelleri yerleştirilmiş. Sanki mağara devri insanlarını ziyaret eder gibi geziyorduk. Elbette heykeller mağara devrinden değildi.

Konağın avlusuna ise camekan bir bölüm eklenmiş ve burada çocukların aktivite yapabilmesi sağlanmıştı. İçeri kızımla girdiğimizde çok kalabalıktı. Bir tarafta masa etrafında topaç boyayan çocuklar bir tarafta elektrikli ısıtıcı önünde boyanmış topaçları kurutan ebeveynler ve onların arasında -ne işi olduğunu sorgular yüz ifadesiyle- görevli iki kız vardı. Kızımla yapılmış bazı oyuncaklara bakıyorduk.

İlk defa bir kuklayla tanışacaktı. Bunun heyecanıyla gördüğüm bir kuklaya el attım ki… Görevlilerden biri direkt uyarıda bulundu. Onlara dokunmak yasakmış. “O zaman siz birini birazcık oynatın da kızım kukla ne demek anlasın.” dedim “Olmaz” dedi. Sanki o an orada ne işi olduğunu anlamıştı(!) . Müzenin memnun kalmadığım tek yeri bu oldu. İşini daha severek yapan güler yüzlü ve bir çocuğ0u güldürmenin işini yapmaktan azcık daha önemli olduğunu düşünen görevliler lazım.

Sonuç olarak biz ailecek harika bir Cumartesi geçirdik. Bu yazımı da ayni heyecanların derdinde olan ebeveynlere bir alternatif olarak yazdım. Umarım merakla ziyarete gidersiniz.
Sağlıcakla…

Kitap Hırsızı